25 Aralık 2013 Çarşamba

Hızır yoldaşın olsun!..


Haydar Kılıç

Kurt girdi sürüye,vay diriye diriye!.. Bu bir halk deyimidir. Geri dönüşü olmayan, neyin kalıp, neyin gideceğinin belli olmadığı bir beklenmedik durumun yoğunlaştırılmış ifadesidir. Yani bir anlamda beklenmedik hazan vaktinin gelip çatmasıdır.

Konu tahmin ettiğiniz gibi, Tayyip Erdoğan ve saz arkadaşları…

Boşa dememişler; GİZLİ BOĞAYA GELEN, AŞİKÂR DOĞURUR.

Haberleri sizde izliyorsunuz. Benim dikkatimi çeken bir şey, operasyonun neden Yürütmeye haber vermeden yapıldığı, üzerine kurulmaya çalışıldığı komplo teorisi ve CMUK.

Sorun hele bunda ne var. Bunda birşey yok da bana anımsattığı bir şey var.

Bilmem hatırlar mısınız, CMUK (Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu Demirel – E.İnönü koalisyonu döneminde Adalet Bakanı Seyfi Oktay’ın çabasıyla yasalaşmıştı.

İşte o yasa çıktığı günlerde idi. Ankara – Keçiören’de Bakan CMUK’la toplumun neler kazandığını anlattığı bir toplantı sonrası bağzı arkadaşlarla birlikte bakanın bir gecekondu evinde olacağını bizim de gelmemizi istediğini ilettiler.

Yaklaşık on kişi kadardık. Sofra güzel donatılmış. Rakı allahın emri…
İlk protokol faslı yerini rakının sıcaklığına bıraktı. Bir arkadaş benim “iki evlinin hikâyesi”ni anlatmamı öne çıkarttı.

Neyse uygun olduğu bir zaman size de anlatırım.

Konu nereden geldi tam hatırlamıyorum. Seyfi Oktay anlatmıştı.
Adamın biri danalarını alıyor yaylıma (otlatmaya) çıkıyor. Köyde yaşayıp da mal gütmeyen bilemez. Bugelek diye bir sinek vardır. Hayvanları ısırdı mı, cin tutturur. Al Allah delini, zapteyle malını. Artık kaç dere tepe aşar, kurt mu kapar, kuş mu kapar bilinmez. Koş tutabilirsen. İşte böyle olmuş adamın danaları. Nefes nefese kalan adam tozu dumana katan danaların peşinden yetişemeyeceğini anlayınca demiş, «Hızır yoldaşınız olsun!..»

“Kıpti secaat arzederken sirkatin söyler; Tayyip de diyor ki, “milletin parasını, milletin kasasından mı aldılar”.

Öyle ya, hırsız hırsızdan mal çalmış, Allahın gülesi gelmiş…

Halbuki ortadaki kabak. Tersten de okusan kabak, düzden de okusan kabak. Sanıyor ki, herkes kendi gibi salak.

Hiç mi duymadın sen, “Bu yediğin hurmalar, birgün bir yerini tırmalar” lafını.

Sana bir resim altı yazayım da, o da benden sana hatıra olsun.
Seçim sloganı olarak kullanırsın.

Bunu yazan bir muhalif  ürüzgâr (rüzgâr).
Kendi gitti, adı kaldı yadigâr.

Şimdi derler,
Tayyip sıçtı bez getir,
Cıvık sıçtı tez getir.

Ne diyeyim,
HIZIR YOLDAŞIN OLSUN!..




9 Kasım 2013 Cumartesi

Bir de Buradan Bakın

Haydar Kılıç

Aşağıdaki yazı Aralık 2002’de yazılmış, UFUKTURU.NET ve sonra da ÖZGÜRMEDYA.ORG’da yayınlanmıştı. Gündemden halâ düşmemiş olan Ortadoğu ve AKP’ye bir de bu pencereden bakalım.

3 KASIM SEÇİMLERİ VE TÜRKİYE

3 Kasım 2002 seçimlerinin ortaya çıkardığı tablo, gizli bir el tarafından dizayn edilmiş, 11 EYLÜL sonrası dünyanın yeniden şekillendirme istem ve çıkarlarına uygun üretilmiş bir yedek parça gibi.

Son on yıl, 90’larda başlayıp 2001’de doruğa ulaşan, önce bir blogun çöküşünün, sonra da karşıtının tıkanmasının miladıdır. 20. yüzyıl açmaz ve çelişkilerinin yarattığı iki kutuplu dünya, bunların dayattığı genel ve bölgesel sorunlara getirdiği çözümlerin iflası, gerek ulusal gerek uluslararası ilşkilerin toplumları döndüremez olduğu görülmüş, bunların yerine ikame edilecek yeni bir düzen ve ilişkilerin inşası kaçınılmaz olmuştur.

Tarih boyunca uluslararası sorunların ana kaynağı olan Ortadoğu 20. yüzyılda da bu coğrafyada yaratılan statükolar üzerinden siyasal sistemleri şekillendirmiştir. 

Birinci ve ikinci dünya savaşlarında şekillenen bu statükolar, şimdi 11 EYLÜL sonrası dile getirilen ve ilk adımı Afganistan'da atılan, yeni bir Ortadoğu dizaynı, bunun üzerinden yeni bir uluslararası sistem arayışı ikinci adım olarak Irak'ı öne çıkarmıştır.

Dünyanın tek vurucu gücü olan ABD için bu durum yaşamsal bir önem taşımaktadır. Ya yeniden Ortadoğu’yu dizayn edecek, oluşturulan yeni ilşkiler üzerinden 21. yüzyılın sistemini kuracak, veya 20. yüzyılda şekillenen islami kisve altında büyütüp beslediği, şimdi çıkarlarına ve çağa ters düşen güçlerce çözülüşünü bekleyecek. Şu an kaçınılmaz olarak birinci seçenek gereği Ortadoğu’yu uygulayacağı şiddet öncesi uygun koşullara hazırlaması gündemde.

ABD’nin iki önemli müttefiki Türkiye ve İsrail'dir. Hedef ise Irak. Ancak Türkiye ve İsrail'in Irak konusunda birbiri ile çelişen çıkarları ABD ile örtüşmemektedir.

Bir. İsrail güçlü bir merkezi Irak’ı kendisine tehlike görmektedir. Parçalanması, olmazsa, zayıf bir federal yapı çıkarlarına uygun düşmektedir.

İki. Türkiye ise parçalanmış Irak içinden çıkacak bağımsız veya zayıf bir bozacağı gerekçeleriyle Irak'ın merkezi yapısının ve toprak bütünlüğünün korunması noktasında diretmektedir.

İşte kısmen özetlediğimiz bu durum 3 Kasım ABD’nin gökte ararken yerde bulduğu bir durumu ortaya çıkarmıştır.

Türkiye 21. yüzyıla girerken dünyanın yaşadığı kültürel bütünleşme, bilim ve tekniğin yarattığı bütünlük, kültürel ve ideolojik açılım ve demokratik siyaset gibi olgulara karşı kendini değişime kapatıyor, statükocu çizgide direniyor.

Bir taraftan dipten gelen dalganın yarattığı tıkanma, diğer taraftan dünyanın uluslararası ve ulusal şekilleniş arayışlarının baskılarıyla değişime zorlanıyor ve bu atmosfer içinde tutuluyor. Bu noktada bir yeniden yapılanma ve ayrışma durumu vardır. Mevcut çözümsüzlük ve tıkanma çözümü de beraberinde getirerek hayata müdahaleyi gerektiriyor. Çünkü siyasette alan yaratabilmenin ön koşulu hayata doğru yerden müdahale etmektir. Bu noktada sağ liberal güçlerin yeterli bir demokratik açılım ve gelişme sağlayamayacağı, 21. yüzyılı taşıyacak öngörüden uzak oluşu ve tükenmişliği 3 Kasım seçimleriyle tescillenmiştir.

İslami akımı değiştirme ve demokratikleştirme yönünde önemli bir çaba harcanıyor. Bu akım içinde yaşanan ayrışma ve değişiklik, yenilenme ve demokrasiye açılma çabası, uluslararası dünyanın dizaynı, islamı ehlileştirme politikasına denk düşmesi,alternatif sol politikanın olmayışı seçimlerde AKP yi zafere götürmüştür.

Bu çıkış her ne kadar iç ve dış koşulların uygunluğuna rağmen, atacakları değişim adımlarına rejimin yapısı kapalıdır. Ayrıca, böyle bir akımın bu kadar katılaşmış, değişim gücünü kaybetmiş bir sistemi köklü demokratik bir dönüşüme uğratma gücü de yoktur.

Kısa vadede ABD'nin Ortadoğu politikası gereği uluslararası maddi krediler, AKP iktidarına nisbi rahatlama sağlasa da, Ortadoğu bilinmezine ne müdahil oluşu, ne de az bir ihtimalle olmayışı bu akımın sonu olacaktır.

Bu noktada görev sol ve bileşenlerine düşüyor. Sadece doğruları söylemek, yanlışları görüp göstermekle yetinmemek, bu tıkanmayı, çözümsüzlüğü aşacak bir tarzı, üslubu ve yaklaşımı, zihniyet devrimini kısaca kendi kendini yeniden üretmeyi, kendini yeniden tanımlayarak hayatın içinde mevzilendirmeyi gerekli kılıyor. Koşulların ve zorlamaların apolitikleştirdiği toplumu politize ederek, politikaya müdahil ederek, karşılıklı politik toplum-parti sarmalıyla toplumsal dinamikler yaratılmalıdır. Bu dinamikler hayatın ve siyasetin gelişip boy vereceği sivil toplumu, başka bir deyişle üçüncü alanı yaratacaktır.

Tarih, dönüşüm rolünü hep bu tip felsefe, program, strateji ve taktiklere sahip olan siyaset ve siyasetçilere yol vermektedir. Klasik devletin dayatmaları kadar, toplumun gerçekci olmayan taleplerine de dur diyebilenler bu duruşlarıyla devlete ve topluma en yararlı hizmeti yaparak bu tarihsel rolü başarıyla taçlandıracaklardır.

Aralık-2002 / ANKARA


4 Kasım 2013 Pazartesi

Neler Oluyor?

Haydar Kılıç

Dünyamızda yer çekimi-evrenimizde de hareket var olduğu sürece her şey denge ve dengesizlik gel-gitinde mevzilenecektir. Var olmak; dengesizlik ortamında yok olmaktan korunabilmek, denge durumunda yeni bir dengesizliğe karşı konumlanabilmek demektir.

Konuyu biraz daha açabilmek için söze denge nedir sorusuyla başlamak gerekir. Doğaldır ki masaya yatıracağımız konu toplumsal denge ve dengesizlik olacaktır.

Denge eşitlik demek değildir. Zıt güçler arası zorunlu uzlaşının adıdır.

Her denge yeni bir dengesizliğin döl yatağıdır. Denge tarafların güçleri oranında kazanımlarının garantisidir. Bu güç kimi zaman ideolojik, kimi zaman ekonomik, kimi zaman toplumsal yada bunların karışımıdır.

Bir de artık en önemli hale gelen evrenselik kazanmış olan kapitalist sistemin artık bir içsel olgu olması nedeniyle hemen hemen en belirleyici konumda olan bu gücün dengedeki konumu da gözardı edilemez.

Nasıl ki devlete egemen olanlarla toplum arasında bir denge varsa -ki buna suni denge diyoruz- devlet içinde de oligarşik egemenler arasında da zorunlu bir denge kurulmuştur. Buna da bir ad verecek olursak DEHŞET DENGESİ dersek yeridir.

Hiçbir denge durağan değil, her anıyla kendi içinde demlenen, dolayısıyla devingendir. Yeni bir dengenin kurulmasına doğru bir dengesizilik taşır.

Zor artı rıza üzerine kurulmuş olan dengeye göre, dehşet dengesinin bir formülü yoktur. Onu kuran veya bozan suni dengenin kalıcılığı veya hareketliliğidir. Toplumla devlet arasındaki dengeden (suni denge) daha hızlı ve çatışmalıdır. Devletle toplum arasındaki gel-git (çatışma), oligarşik çatışmayla ters orantılıdır. Devlet - toplum arasındaki çatışma ivme kazandıkça oligarşik çatışma yerini zorunlu uzlaşıya yani dehşet dengesine bırakır.

Toplumsal itiraz ve isyanın ivmesi cılız ise, oligarşik çatışma kıran kıranadır. Ve ülkenin son on yılına damgasını vuran olgu budur. Bozulan dehşet dengesinde taraflar iki şeyden birine muhtaçtır. Ya silaha sarılacak (faşizm), ya da toplumsal destek bulacaklardır.

Bu yeterli midir?

Hayır. Günümüzde artık bir içsel olgu olan evrensel kapitailst sistem -konjuktürel duruma göre- ağırlığını koyduğu tarafa yol verecektir. Bunu da en etkili ve toplumu yönlendiren medya silahıyla sağlayacaktır.

Dünyamızın ulaştığı toplumsallığın artık ülkelerin coğrafi sınırlarıyla sınırlı olmaması açık faşist yapılanmalara fazla yol vermediğinden tercih ikinci alternatiftir.

Toplumsal destek ise toplum lehine bazı açılımları zorunlu kılar. Bu da toplum devlet arasındaki yeni denge ifadesini anayasada bulur. İşte demokrasi dediğimiz olay bu dengenin adıdır. Demokrasi tek taraflı bir iradenin yansıması değil, taraflar arası çatışmanın zorunlu bir sentezidir.

Burada tarafların gücü oranında kazanımları söz konusudur. Doğaldır ki kazanımlarının oranına göre isimlendirilir. Burjuva demokrasisi yada halk demokrasisi gibi.

Toplumlar her ne kadar suni dengeyle pasifize edilmiş olsa da daima itiraz ve isyanını büyütür. Büyüyen itiraz ve isyan çeşitli şekillerde -dinsel, etnik, mezhepsel vs- olarak dışa vurur. Her itiraz ve isyan ne şekilde dışa yansırsa yansısın özünde sınıfsal bir öz taşır.

Siyaset bir sezgi sanatıysa eğer, doğru siyaset ve siyasetçi ortaya çıkan bu itiraz ve isyanı özüne uygun şekle getirmekle yükümlüdür. Dehşet dengesinin bozulması yeni fırsatlar sunar. Toplumsal devinimi hızlandırır.

Mahkemelerle başlayıp süren ve bozulan dehşet dengesinin, Gezi direnişi, ODTÜ direnişi, Alevilerin ayaklanması vs  suni dengeyi de etkileyip bozduğunun ve yeni bir dengeye doğru evrileceğinin göstergesidir.

Burada asıl olan yeniden doğru yerde mevzilenerek tıkanan tarihin ve talihin önünü açmaktır. Yanlışa düşen tarihi doğal yatağına döndürmektir.

28 Ekim 2013 Pazartesi

Acilciler Platformu bir gerekliliktir

İrfan Dayıoğlu
Kökleri THKP-C örgütlenmesine uzanan Acilciler örgütü ismini “Türkiye Devriminin Acil Sorunları” broşüründen alıyor. Daha 12 Mart darbesinin yarattığı kaos ortamından çıkamayan devrimci hareketin ilk yazılı belgelerinden biri olması ve önemli siyasal ve teorik tespitlerde bulunması bu broşürü önemli kıldı. O dönem sınırlı sayıda basılmasına karşın bu broşür özellikle THKP-C sempatizanları arasında önemli tartışmalara yol açtı. 
Çıkışından yaklaşık 40 yıl sonra bile bu broşür halâ çoğu tahlilleriyle tartışmaya değer bir metin olmaya devam ediyor. Yine bu broşürü kaleme alan  ve Acilciler örgütünün üç kurucu üyesinden biri olan Engin Erkiner’in halâ hayatta ve bizimle birlikte olması da büyük bir şanstır. Bu platformda umuyor ve inanıyorum ki, birçok eski politik ve teorik değerlendirmelerimiz gibi TDAS da bizzat yazarı tarafından yeniden günümüz koşulları da göz önüne alınarak etraflıca değerlendirilecektir.
Böylesi bir platformun gerekliliği benden önce yazan Engin ve Haydar Kılıç yoldaşların da değindiği nedenlerle önemlidir. Bana göre bu ortak platformda amaç yeni bir örgüt değil, birlikte yaşanmış bir tarihi  aşağı yukarı benzer değerlendirenlerin, ülkemiz siyasal yelpazesinde oluşmakta olan “farklılıklarımızı koruyarak birlikte mücadele edebiliriz” anlayışı  ile oluşan örgütlü yapılarda yeniden yer alabilir miyiz? sorusuna cevap olmaktır. 
Bu cevapları doğru bilebilmek için bu kolektif yapı içinde yer almış her birimizin kendisinin bu örgütü ve pratiğini nasıl ve hangi düzeyde yaşadığını kendisinin yazabilmesi gerekiyor. 
Engin’in duyurusunda dile getirdiği gibi “Kolektif tarih bilincimizdeki eksikliklerin giderilmesinin ikinci önemli yanı, kişilerin kendi yaşadıklarını yazmasıdır. Geneli biliyoruz, ama bu genelin her kişinin özelinde nasıl ortaya çıktığını bilmiyoruz. Bunu ancak kişinin kendisi bilebilir. Bunların aktarılması da kolektif tarih bilincimizin gerektiği gibi şekillenmesinin ikinci aşamasıdır.”
Evet, gelinen noktada yıllardır sürdürülen çalışmalarla, büyük bir yol temizliği yapılmıştır ve ayrık otu gibi aramızda bitenler titiz bir çaba ile aramızdan sökülüp atılmıştır. Şimdi var olan bu temiz zeminde, kendimizi ifade edecek ortak bir platforma ihtiyaç var denildi ve yola çıkıldı. Artık bundan önceki deneyimlerimizden dersler çıkararak, “önce buluşalım, tartışalım, ondan sonra ortak adım atalım” anlayışının aşılması gerektiğine inanıyorum. Bu açıdan söylemin ötesine geçiyor ve yapalım diyorum. Çünkü biz söylediğini yapan bir geleneğin temsilcileriyiz. 
Acilciler hakkında Haydar yoldaşım güzel söylüyor; 
“Acilciler örgütü fiilen yoktur. Ama acilciler vardır. Tarihin bir dönemine damgasını vuran bu örgütün kadroları gittikçe azalmasına rağmen (ölümlerle) dünün yarattığı ortak bir kültürü devam ettirerek bireyler olarak ayaktadırlar. Kısa ama yoğunluklu tarihsel kesit çıkış amacına varamamıştır fakat başka bir şeyi, bir farklılığı yaratmıştır. O da özümsenerek içselleşmiş bir kültürü ortaya çıkarmıştır. Örgütü yaşayan, örgütsüzlüğü yaşayan ve ağır bedeller ödeyen insanlar olarak siyasallığın arka planı olan insana dair ilişkilerini yine örgütlülüğündeki yalınlık ve samimiyetle gerek teke tek gerekse birlikte heyecanından bir şey kaybetmeden sürdürmüş ve sürdürmektedirler. İşte yok olmayan bu kültür, içindeki temizliği de yaparak sol içerisinde yine gözlerin ve kulakların çevrildiği bir odak olmuştur. Buraya gelene kadar Türkiye Devriminin Acil Sorunları broşürüyle tarihe ve talihe itiraz ve isyanını deklere eden, Beylerderesi’nde sözle eylemliliğin birlikteliğini gösteren, cezaevleri sürecinde soylu direnişiyle sembolleşen Haydar Yılmaz – Halil Güven’in,  fiziksel özürüne rağmen 17 yıl cezaevlerinde çile çektirilen,  Adalet Bakanlarının, Başbakanların,  Reisicumhurların affedelim seni dileklerini reddederek adeta “Beni tarih beraat ettirdi“ sloganını hayatla örtüştüren Eşber’in yiğit ve soylu tavırları bu kültürün oluşmasında, bugüne ve yarına ulaşmasında köşe taşlarıdır.”
Evet, oluşmuş ortak kültürümüzün harcında, onlarca isimsiz kahramanın,  bu onurlu kavgada can veren onlarca yoldaşımızın, zindanlar görmüş, en ağır işkencelere uğramış, kahredici sürgünler yaşamış yüzlerce yoldaşımızın alın teri var. Bizim tarihimiz esasında baskıya, zulme ve işkencelere direnenlerin tarihidir. Bu şanlı geçmişimize ihanet eden ayrık otlarının aramızda yeri olamaz ve olmamalıdır da. 
Biz Acilciler örgütü hep ilklerin örgütü olduk. 12 Mart darbesinden sonra ilk silahlı mücadeleyi biz başlattık. Güne uygun ilk siyasi ve teorik belirlemeleri biz yaptık. Zindan direnişlerinde hep önde olduk. Yine en son ilk örgüt içi hesaplaşmayı tüm çıplaklığıyla biz yaptık   Elbette farklı düşünenler vardır, onların da görüşlerini okumaya hazırız. 
 Acilciler, HDÖ’dür aynı zamanda, Devrimci Savaş’tır aynı zamanda. Biz bir bütünün dallarıyız ve bu dallar aynı ağacın kökleridir. Elbette tarihe ve güne ilişkin hepimizin söyleyecekleri vardır. Haydar Yoldaşın söylemine ekleyeyim, Maraş zindanlarının boyun eğmezleri başta Hamdullah yoldaş olmak üzere onlarca Dev-Savaş militanıdır. Yine HDÖ saflarında onlarca boyun eğmez, direnmiş yoldaşımız bulunmaktadır. Biz bugüne kadar bu iki yapı hakkında titiz davrandık ve ayrılık sonrası tarihlerine ilişkin laf etmekten imtina ettik. İstedik ve istiyoruz ki, bu süreçleri bizzat yaşamış yoldaşlarımız kaleme alsın. İşte bu platformun buna da vesile olacağına inanıyorum. Burada yazmak illa da bire bir aynı düşünmek anlamına gelmiyor. Ortak bir tarihsel bellek yaratmaya çalışıyor ve buradan hareketle ileriye yönelmenin temel siyasal ve teorik argümanlarını ortaya çıkarabilir miyiz? Sorusuna cevap arıyoruz. 
Bu platform, bundan önce çeşitli girişimler içinde bulunan hiçbir yoldaşımızın çabasını görmezden gelmeyecek  ve dışımızdaki hiçbir girişime de alternatif olma amacı gütmeyecektir. Elbette dünya sadece bizden ibaret değildir.  
Benim görüşüme göre Acilciler platformu; yeniden örgüt yaratma amacı taşıyan bir platform değildir ve olmamalıdır da. Bu Platform, ülkede ve yurt dışında yaşayan yoldaşlar arasında bir köprü görevi görmeye, yoldaşlarımızın yazı ve kitap çalışmalarına destek olmaya, tarihimizi ulaşabildiğimiz tüm yoldaşların katkılarıyla yazılı hale getirmeye, bu mücadelede kaybettiğimiz yoldaşlarımızın anılarını kitaplaştırmaya, bu kitapları basacak ve dağıtacak ortak bir ağ oluşturmaya hizmet etmeli, buna öncülük etmelidir. Bu konuda yeterli bilgi birikimimiz vardır ve donanımı sağlamak için de olanaklar yaratma azmimiz de mevcuttur sanırım. 
Bizim kuşak artık 60’lı yaşlara gelip dayanmıştır, bütün bu saydıklarımızı yapmak için çok zamanımız bulunmuyor. Artık söylemden kurtulup eyleme geçme zamanı gelmiştir. Zaten bizim geleneğimizin temel anlayışı da söylem ve eylem birliğidir zaten. Haydi o zaman görev başına diyorum kendime ve bu platforma katılıyorum.

27 Ekim 2013 Pazar

Üçü de ODTÜ Öğrencisi

Engin Erkiner

Aşağıda okuyacağınız yazı, 26 Ocak 1976’de Beylerderesi’nde havadan bombalama yapan helikopterleri gönderen emekli pilot binbaşının konuyla ilgili düşünceleridir. O zamanın gazetelerinde helikopterlerden İlker Akman, Hasan Basri Temizalp, Yusuf Ziya Güneş’in bulunduğu bağ evine el bombaları atıldığı yazılmıştı. Yıllar sonra daha somut bilgiler ortaya çıkıyor.

Yazıyla ilgili birkaç noktayı belirtmek istiyorum:

Birincisi: Beylerdere’sinde öldürülen yoldaşların ikisi ODTÜ’den mezun olmuştu. İlker metalurji, Hasan Basri maden mühendisiydi. Sadece Yusuf Ziya öğrenciydi.
İkincisi: Malatya hükümet meydanındaki çatışmada iki bekçi bir polis ölmüştü. Üçe üç mantığıyla hareket ediliyor ve üç yoldaş da öldürülüyor.
Üçüncüsü: İlker’in babası, Mehmet Akman –yıllar önce hayatını kaybetti- İlker’in cenazesini alıp Ankara’ya getirmişti. Malatya’da bulunduğu sırada polislerin kendisine saldırmak istediklerini, valinin (Rafet Küçüktiryaki) kendisini koruduğunu anlatmıştı. Polisler –muhtemelen bekçiler de- “arkadaşlarımızı öldürenlerden birinin babası” diyerek saldırmak istiyorlar. 


ÜÇÜ DE ODTÜ ÖĞRENCİSİ
Yazan: Erol SOYSEVER Em. J. Plt. Bnb.

Bu olay, ocak 1976'da meydana gelmişti. Ben o dönemde Diyarbakır'daki jandarma helikopter birliği'nde görevliydim. O gün, birlik nöbetçi amiriydim. Pazar günüydü. Bağlı olduğumuz komutanlıktan, Malatya'ya iki helikopter gönderilmesi istendi. Ben de birlik komutanını arayarak, durumu arz ettim. O da, hemen geleceğini ve helikopterlerin hazırlanmasını, uçuş ekibine haber verilmesini emretti. Görev için, üç pilot ve iki teknisyen planlandı. Onlar da yarım saat içinde birliğe geldiler. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra Malatya'ya hareket ettiler.

Üçü de ODTÜ öğrencisi olan eylemci gençler bir bağ evinde kıstırılıyorlar. Yörede başka bir bina yokmuş. Evin çevresi kuşatılmış, yukarıda da iki helikopter sürekli gözetleme uçuşu yapıyor. Gençlerin kaçabilme olanağı yok. Tünel de kazamazlar. Zaten bunun bir mantığı da yok. Güvenlik güçlerini yönetenler, gençleri yakalamak yerine onları ölü ele geçirmeye karar veriyorlar. Aşağıdan ateş edilirken, yukarıdan da helikopterlerden el bombaları atılıyor. Böylece o üç genç yaşamlarını yitiriyorlar.

Ertesi günü helikopterler birliğimize dönünce bu olayın ayrıntılarını pilot ve teknisyen arkadaşlardan öğreniyorum. Pilot arkadaşlara güvenlik güçleriyle, kendilerinin yaptıklarının yanlış ve suç olduğunu söylemiştim. Çünkü güvenlik güçlerinin görevi, sanıkları yakalayıp adli makamlara teslim etmektir, yargılamak değil. Yargılamak, yargı erkinin görev ve yetkisindedir. Bunu yapanlar hem yetkilerini aşarak suç işlemişler ve hem de üç insanın ölümüne neden olmuşlardı. Üstelik de onlar henüz bir suç da işlememişlerdi...

Ben nöbeti devrederken, nöbet defterine "Malatya'daki olayda görev alan helikopterler yerine, Malatya'daki katliamda görev alan helikopterler saat 12.00'da birliğe döndüler." biçiminde yazdığım için, birlik komutanı benden savunma istemişti. Ben de savunmamda, bu olayda güvenlik güçlerince suç işlendiğini ve insan hakları evrensel bildirgesi'nde yazılı olan insanın yaşam hakkının ihlal edildiğinden falan söz etmiştim. Komutan savunmamı yeterli görmediği gerekçesiyle bana "şiddetli tevbih" cezası vermişti.

Olaydan hiç pişmanlık duymayan o üç pilot arkadaşa, "temenni etmiyorum ama, bunun acısı bir gün sizlerden çıkabilir." demiştim. O üç arkadaştan biri Aralık 1976, diğeri Ekim 1979 ve sonuncusu da Ocak 1995'de helikopter kazalarında yaşamlarını yitirdiler... 



Acilciler Platformu Üzerine

İbrahim Yalçın

Platform; siyasi bir program etrafında bir araya gelmiş  düşünce/düşünceler bütünüdür.
Siyasi bir platformdan bahsedilinecek bir aşamaya gelinmişse eğer, parçalar üzerinde aşağı yukarı  bir düşünce  birliğinin oluşmuş olması gerekiyor.
Buradan hareketle, Acilcier platformundan bahsetmek için, kendisini halâ Acilci olarak gören ve öyle tanımlayan insanlar arasında böyle bir düşünce birliğinin  (dar anlamda değil, en geniş anlamda) var olup olmadığını yeterince bilmesi gerekiyor.
Bunu bilmenin en iyi yolu, mümkün olduğunca tüm eski arkadaşlarımızın düşünce ve önerilerini bu sayfaya yazmaları, kendilerini uygun bir dille en iyi şekilde tanımlamalarıdır.
Bugüne kadar  kendisini Acilci olarak tanımlayan yüzlerce insan arasında, belli başlı olanlarıın  ne düşündüğü biliniyor olsa bile, birçoğu için bunu söylemek o kadar kolay değil.
Bu günden itibaren düşüncelerini yazarak, bu zahmete katlanırlar mı, bilemem. Gönül ister ki bu saatten sonra susmazlar ve yazarlar. Bu bakımdan  bir süre daha bekleyip görmek gerektiği kanısındyım.
Arkadaşlar yazdılar, tekrar edeyim. Burada Acilciler yada Acilciler platformu diye bahsedilmesi, ne HDÖ ne de Devrimci Savaş’tan arkadaşlarımızı dışlamıyor. Ben şahsen, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da söz konusu  arkadaşlarımızın hemen tamamını Acilciler olarak tanımladığımı, tanımlamaya da devam edeceğimi   belirtmek istiyorum.
Haydar Kılıç ve Engin’in söylediği gibi, Acilciler örgütü diye bir örgüt zaten yok. Şimdi değil, 25 yıldan fazla bir zamandan beri bu böyle.
Bununla birlikte, bugün halâ kendisini, Acil, HDÖ, Devrimci Savaş’çı olarak tanımlayan yüzlerce insan var. Geçmiş değerlerine sahip çıkan, olmadık ihanetlere uğramalarına karşın, inanç ve kararlılığını devam ettiren, geçmiş mücadelesiyle  haklı olarak gurur duyan yüzlerce militan…
Sözü edilen platformun amacı da zaten budur. Bu değerleri yan yana getirmek, ondan dersler çıkartmak, bilgi ve tecrübelerimizi  hep beraber paylaşırken, uğradığımız ihanetleri ve karşı karşıya kaldığımız karşı-devrimci faaliyetleri de hep beraber reddetmek içindir.
Hiç bir arkadadaşımızda, Örgüt yada Parti kurmak, Acilciler’i örgütünü yeniden diriltmek gibi bir düşüncenin  olacağını sanmıyorum.
Olmamalıdır da.
Olmayan birşeyi var etmeye çalışmak yada bu güne kadar malum sahtekâr’ın yaptığı gibi "varmış gibi" göstermek değil amaç.
Asıl amaç; var olan devrimci potansiyel içerisinde birlikte hareket edebilmenin zeminini yaratmak olmalıdır.
Asıl amaç; bir önceki dönemde verdiğimiz devrim ve demokrasi mücadelesine saygı duyan bu mücadeleyi daha da ileriye taşıma kapasitesi bulunan, geçmiş dönemdeki düşün yapımıza en yakın olanlarla yanyana saf tutmak olmalıdır.
Asıl amaç; devrim-demokrasi ve özgürlük mücadelesine katkı sunarak bu çabayı diri tutmaktır.
Asıl amaç; biz eski düşünce arkadaşları olarak, böyle bir harekete, partiye yada örgüte, fazla değil, daha fazla katkı sunmaktır.
Bu katkının birey olarak da yapılabileceğini, bir araya gelmenin anlamsız olduğunu söyleyen arkadaşlarımız da olabilir. Böyle düşünen arkadaşlarımız varsa eğer, onlar da kendi bildikleri gibi yapsınlar.
Gönül ister ki, eskide bizleri bir arada tutan ortak değerlerimiz etrafında, aynı heyecan ve kararlılıkla ortak katkılar sunabilelim.
Acilciler örgütünün geçmişine ilişkin uzun zamandır yürüttüğümüz deşifrasyon çabamız esas olarak bitmiştir.
Acilciler örgütünün bilinçli bir biçimde adım adım tasfiye edilerek değerlerine el konulduğunu söylüyorduk.
Buna itiraz eden malum şahıs, hayır diyordu. Acilciler örgütünün var olduğu yalanını tekrarlayıp duruyor ve olmayan bir örgüt adına basın açıklamaları(!) yapıyordu.
Sonunda ne oldu? "Acilciler örgütü 25 yıldır yoktur" diyerek, 25 senedir yalan söylediğini itiraf etmedi mi ?
Bu itiraf’ın anlamı, "evet, siz doğru söylüyordunuz, ben bu örgütün tüm değerlerine el koydum, yoldaşlarıma ihanet ettim, Acilciler örğütünü Muhaberat’a sattım" demek değil mi?
"Hayır,  böyle demek değil" diyen bir kişi varsa çıksın söylesin. Söyleyemez.
Ali Fuat gibi sefilleri, Mehmet Yavuz gibi derin devletin katili Mehmet Ağar’cıları saymıyorum.
Bunların kendilerine sorunuz, kimsiniz deyin, haklarında yazılanlara adam gibi cevap vermelerini isteyin, üstlerine gidin. Eminim kim olduklarını ne haltlara karıştıklarını ve ne pislikler içerisinde olduklarını mutlaka ifiraf edeceklerdir. M.Yavuz’u boşverin
A.Fuat Çiler ve Ömer Ödemiş gibilerinin kulaklarından tutun konuşturun. Göreceksiniz, çok şeyi açıklayacaklardır.
Acilciler platformu için, Engin’in sözünü ettiği "alan temizliği" yapılmıştır. Geçmiş dönemin Acilci’si, HDÖ’lü ve Devrimci Savaş’çı tüm Acilciler’in bir araya gelmesi, bir araya gelerek var olan devrimci safta yer alması, devrim-demokrasi ve özgürlük mücadelesine birlikte katkı sunması, öğrenmesi, öğrenirken öğretmesi ve  mücadeleyi ileriye götürmek için birkaç adım atması, bugün her zamankinden daha önemlidir. Teker teker değil, hep birlikte yapabilmenin bilinciyle tüm arkadaşların böyle bir oluşuma katkı sunmaları için zemin yaratmak, bu platformun vazgeçilmez asıl amacı olmalıdır.
Başarı birimizin yada birkaçımızın değil, hepimizin başarısı olacaktır.
Önemli olan samimiyettir.
Önemli olan, kararlı inatlı katılımcı çabadır. Gerisi kendiliğinden gelecektir.


25 Ekim 2013 Cuma

Acilciler Platformu'na Dair

Haydar Kılıç

Böyle bir patforma neden gerek duyuldu sorusuna cevap vermeden önce buraya yani bu güne nasıl gelindiğinin açıklanması gerekli bence. Bunu ise iki başlıkla açıklamakta fayda var sanırım. Birincisi; bu örgütün kuruluşundan tüzel kişilik olarak son bulmasını kapsar. Kuruluş olarak net bir tarihi varken sonlanışı görelidir. Kadrolarının kabulü veya reddi ile ilgili olarak değişik tarihlere tekabül eder. Ortak kabul ise bu gün itibarı ile böyle bir örgütlenmenin var olmadığıdır. Her ne kadar yakın zamana değin örgütün var olduğunu ve soylu amaçlar(!) uğruna savaştığını iddia ederek dolanan ortadoğunun cambazı da - yuttuğu copu sıçamayınca - kabul etmiştir. Bununla ilgili lafı uzatmanın gereği zaten yok .Yeteri kadar yazıldı. Gerçekte ait olduğu yere demir attı. Bu saattan sonra onu yazmanın bir anlamı ve önemi kalmadı. 
Başa dönersek, Acilciler örgütü yoktur. Kuruluşuyla sonlanışı arasındaki yoğunlaşmış tarihsel kesit aşağı yukarı herkes tarafından yeteri kadar bilinir duruma geldi. Benim asıl üzerinde durmak istediğim konu burada başlıyor. Acilciler örgütü fiilen yoktur. Ama acilciler vardır. Tarihin bir dönemine damgasını vuran bu örgütün kadroları gittikçe azalmasına rağmen (ölümlerle) dünün yarattığı ortak bir kültürü devam ettirerek bireyler olarak ayaktadırlar. Kısa ama yoğunluklu tarihsel kesit çıkış amacına varamamıştır fakat başka bir şeyi, bir farklılığı yaratmıştır. O da özümsenerek içselleşmiş bir kültürü ortaya çıkarmıştır. Örgütü yaşayan, örgütsüzlüğü yaşayan ve ağır bedeller ödeyen insanlar olarak siyasallığın arka planı olan insana dair ilişkilerini yine örgütlülüğündeki yalınlık ve samimiyetle gerek teke tek gerekse birlikte heyecanından bir şey kaybetmeden sürdürmüş ve sürdürmektederler. İşte yok olmayan bu kültür, içindeki temizliği de yaparak sol icerisinde yine gözlerin ve kulakların çevrildiği bir odak olmuştur. Buraya gelene kadar Türkiye Devriminin Acil Sorunları broşürüyle tarihe ve talihe itiraz ve isyanını deklere eden, Beylerderesi’nde sözle eylemliliğin birlikteliğini gösteren, cezaevleri sürecinde soylu direnişiyle sembolleşen Haydar Yılmaz - Halil Güven’in, fiziksel özürüne rağmen 17 yıl cezaevlerinde çile çektirilen,  Adalet Bakanlarının, Başbakanların,  Reisicumhurların affedelim seni dileklerini reddederek adeta “Beni tarih beraat ettirdi“ sloganını hayatla örtüştüren Eşber’in yiğit ve soylu tavırları bu kültürün oluşmasında, bugüne ve yarına ulaşmasında köşe taşlarıdır.
İkinci konuya gelince, asıl can alıcı nokta burada kendini dayatmıştır. Bizler yaşamlarımızın en güzel yıllarını politik mevzilerde tamamladık. Bir tarih yarattık. Tarih bir kollektif duruşun tezahürüdür. Birey sadece o amaçlara doğru yürüyüşte ivme veya tersi bir etki yaratır. Birey tarih yaratamaz. Bu nedenle bireysel itiraz ve isyan bir üst kimlikte kollektivizmi zorunlu kılar. Politika bir sanatsa onun da olmazsa olmazları vardır. Politika, döl yatağı olan toplum gibi devingen olmak zorunda ise politika fırsatları değerlendirme sanatıdır dersek bu tesbite hayır denemez. Fırsatlar ise mekana olduğundan çok zamana göredir ve depo edilemez. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Fırsatlar ise hayata doğru yerden müdahaleyi gerektirir. Bir başka söylemle politika park sorunudur. Yanlış yere park edersen eğri cetvelden doğru çizgi bekler durursun. Aynı sonuç, afaki oluşturulan teoriler ve amaçlarla da hayatta bir karşılık yaratmak olanaklı değildir. Gerek yurt içinde gerekse yurt dışındaki arkadaşlar yukarıda belirttiğim kültürün gereği bir takım eylemlilikler yapıyorlar, zaman zaman bir araya gelerek, kaybettiğimiz arkadaşların anılarını kitaplaştırarak. Bunları küçümsemiyorum, aksine devam etmesinden yanayım. Ancak akıp giden hayatın politik hızında bunlarla yetinmek…………..
Bir fil otlarken karınca yuvasına basmış. Binlerce karınca telef olmuş. Geride kalanlar oturmuş tartışmış. Bu bir soykırımdır ve intikamı alınmalıdır kararına varmışlar. Filin gelmesiyle hep birlikte saldırmışlar. Suya giren fil bir sallamış kendini, hepsi suyun yüzünde. Bir tanesi kulaklarının arasında tutunmuş. Aşağıdakiler bağırmaya başlamış boğ onu boğ onu……….
Ben bu yazıyı niye yazdım? Yeniden bir örgüt kumak mı isteniyor gibi şeyler akla gelebilir. Evet isteğim ve dileğim örgütlülüktür. Dünün örgütü gibi emir komuta ilişkisi içinde illegal bir yapı değil,  özgürlük içinde bir örgütlülüktür. Yani daha önce geniş bir şekilde savunduğum ÖZGÜR ÖRGÜTLÜLÜK’tür. Denenmişi denemek sadece aptallığın kanıtıdır. Çünkü geçmisteki örgütlülüğün ne karşılığı ne de gereği artık kalmamıştır. 
Bu platfotformun kuruluşunu önemsiyorum.
1- Burası herkesin düşüncelerini sansürsüzce ve düzeyli dile getirebildiği oranda, 
2- Tarihe ve talihe doğru yerden müdahale için gerekli kollektivizm için bir üst kimlik olabilir ise, 
3- Hayatın hızına uygun hızlı düşünebilmek için düşünceleri tetikleyebilirse 
4-Politikada doğru park yerini seçerek hayatta bir karşılık yaratabilirse, 
(Bunlar çoğaltılabilir), bu platformdan yanayım ve her türlü desteği vereceğimi de beyan ediyorum. 


14 Ekim 2013 Pazartesi

Acilciler Platformu

Engin Erkiner

“Buna ne gerek vardı?” diye sorabilirsiniz. Kendimizi ifade ettiğimiz yeterince site ve blog var. Bu durumda bir yenisine ne gerek var?
Yenisinin yeni bir işlevi olacak. Bu işlev bugüne kadar yapılanlarla ilişkili bir işlev ama aynı zamanda da yeni, daha doğrusu yeni bir aşamayı temsil edecek…
Bu aşama “kolektif tarih bilinci oluşturmak” olarak tarif edilebilir.
Acilciler’in tarih bilinci, beş yıl öncesine kadar büyük oranda çarpıtılmış, kirletilmiş bir bilinçti. Bu nedenle öncelikle alanın temizlenmesi gerekiyordu ve bunu yaptık. 
Bu yapılırken tarih bilincinin eskiden beri bilinen bileşenleri yeniden ön plana çıktı. 
Ne ki, yapılmış olanın bir çeşit yan ürün olduğunu, asıl yapılacak olana bir çeşit giriş özelliği taşıdığını unutmamak gerekir. 
Bu blogun amacı bu girişi derinleştirmektir.
Aynı işi, bir başka yönden, tarihimizle ilgili yayımlanmış iki kitapla da yapmaya başladık: “Nebil Rahuma ve Sol İçi Şiddet” ile “Mehmet Koç: Bir Örgüt – Bir Yaşam” yayımlandı ve arkası da gelecek…
Burada şöyle bir soru sorulabilir:
“Acilciler’de kendi tarihleriyle ilgili bilinç eksik midir?”
Evet, öyledir ve amacımız bu eksikliğin ortadan kaldırılmasıdır.
Şöyle bir örnek vereyim:
Kanada’da kalan ve yakın zamanda ülkeye gelen bir arkadaşla konuşma fırsatım oldu. İsim olarak birbirimizi biliyorduk ama ilk kez karşılaşıyorduk. Anlattığı bir konu dikkatimi çekti:
Önemli bir işlev yerine getirmiş olan site ile ilgili olarak, “Bu kadar az insanla ne kadar önemli bir iş yaptılar” değerlendirmesi yapılıyormuş.
O kadar az da değildik çünkü bazıları daha ön planda görünmekle birlikte son beş yıllık süreçte alan temizliğinin, Acilciler tarihindeki temizliğin yapılmasında yaklaşık 25 kişi yer aldı. Sayı yine de az olarak düşünülebilir.
Ne ki, az insanla etkileri uzun vadeli, dikkat çekici ve bu nedenle de dönemin ruhuna uygun işler yapmak bizim örgütsel özelliğimizdir. Bu özelliğimizi ilk defa göstermiyoruz. Tarihsel özelliklerimizi biraz bilenlerin böyle düşünmemesi gerekir. 
Buradan çıkan sonuç, önemli bir kolektif hafıza eksikliğimizin olduğudur. 
Kolektif tarih bilincimiz eksik; iki nedenle eksik:
Birinci neden; bu tarihin uzun süre ve bilinçli bir çaba ile karmakarışık edilmiş olmasıdır. Alan temizliğini yaparak bu karmaşıklığı ortadan kaldırdık, ama bu yeterli değildir.
İkincisi ise, solun yıllardan beri içinde yaşadığı ortamın etkisidir. Önemli bir iş yapmak için mutlaka çok sayıda insanın bir araya gelmesi gerektiği düşünülüyor. 
Çok sayıda olmanın önemini reddedecek değilim ama “nasıl çok olunur?” önemli olan budur.
Çokluğun bileşenlerinin özellikleri nasıl olmalıdır?
Sürüde koyun saymakla insan saymayı karıştırmamak gerekir.
Kalabalık vardır ama sonuçta ortaya çıkan fazla bir şey de yoktur. Bu tür örnekler solda az değil… Neden, çünkü o kalabalıkta nitelik yoktur.
Bizim tarihimiz, nitelikli sayının çok iş yapabilmesinin tarihidir. 
Nitelik azalınca, sayımız artmış bile olsa, iş yapma kapasitemiz de azaldı.
Acilciler tarihinin ana bölümü 1974-1977 dönemidir. 
1977-1980 arasında da faaliyet yürüdü ama solun genel gelişme çizgisi, önceki dönemin aksine, bizi geride bırakmıştı. 1974-1977 döneminde ise hem teoride hem de pratikte ön plandaydık.
Az sayıda insanla yeni bir örgüt kuruldu ve bu örgüt –yapılan bütün engellemelere ve karşı propagandaya rağmen- bilinen bir isim olarak ortaya çıktı. 
Az sayıda insanla iyi iş yapmak konusunda kuruluşumuz ve ilk gelişme dönemi tek örnek değildir. 
Acilciler’in 12  Eylül 1980 darbesinden sonra özgün ve önemli iki eylemi olmuştur:
Birincisi, Haydar Yılmaz’ın Mamak’taki direnişidir. Bu direniş, sol hareketin en büyük örgütünün sorumlu kademesi direniş gösteremezken sergilendiği için daha da önemlidir.
İkincisi ise, 1981 sonundaki Paris ev işgalleridir. 
Haziran 1981’de Paris’e geldiğimde beş kişi bile değildik ama bir yıl sonra –o günün koşullarında- Paris’in kitlesel örgütlerinden birisiydik. 
Paris ev işgalleri eylemi Türkçe ve Fransızca basında ve TV kanallarında yer buldu.
Paris, Acilciler’in silahlı mücadele dışındaki mücadele biçimlerinde de yetkin olabileceklerini gösterdi. Biz hiçbir zaman silahlı mücadeleyi her derde deva, her ülkede ve koşulda yürütülmesi gereken bir mücadele biçimi olarak görmedik.
Az insanla önemli işler yapmak derken herhangi bir az insan topluluğundan söz etmediğimi, nitelikli az insandan söz ettiğimi anlamışsınızdır.
Kolektif tarih bilincimizin oluşması için bu gibi genel özelliklerin örneklerle işlenmesi gerekiyor. 
Kolektif tarih bilincimizdeki eksikliklerin giderilmesinin ikinci önemli yanı, kişilerin kendi yaşadıklarını yazmasıdır. 
Geneli biliyoruz, ama bu genelin her kişinin özelinde nasıl ortaya çıktığını bilmiyoruz. 
Bunu ancak kişinin kendisi bilebilir. 
Bunların aktarılması da kolektif tarih bilincimizin gerektiği gibi şekillenmesinin ikinci aşamasıdır.
Burada yeniden belirtmek gerekiyor:
Geçmişte hangi eksikler vardı, hangi hatalar yapıldı gibi konular istenirse işlenebilir. İstenirse diyorum çünkü konunun bu tarafı bizi ilgilendirmiyor. 
Geçmişte bilinçli ihanet dışında yapılan hatalar, varolan eksiklikler bizi ilgilendirmiyor. 
Garip mi, hiç de değil…
Bugün ve gelecek, geçmişin uzantısı değildir. 
Bu nedenle geçmiş değerlendirilip, o geçmişteki hatalar ve eksikler sıralanıp da ardından geleceğe yürünemez. 
Bunu yapmaya çalışanlar geçmişe hapsolup kalırlar. 
Örnekleri sol harekette yeterince bulunuyor.
Son otuz yılda dünya, bölgemiz, Türkiye ve insanlar çok değişti. 
Değişip gelişebilenler ayakta kaldı, olumlu işler yapabildi. 
Gelişenler de bu gelişimlerini geçmişin uzantısı olarak görmediler, geçmişlerinden hareket ederek gelişmediler. 
O geçmişi reddetmediler, buna gerek de yok, ama o geçmişten hareket ederek ne bugünü ne de yarını kuramazsınız. 
Son otuz yılda bu kadar büyük bir değişim yaşanmamış olsaydı, geçmişin uzantısı olarak bugünü ve geleceği kurabilmek mümkün olurdu; ama mümkün değildir.
Kolektif tarih bilincimizin oluşması, “biz ne yaptık” konusunu boyutlu olarak kavrayabilmek için önemlidir. Buradan hareketle bugünü ve yarını kuramazsınız ama bu işe yarayabilecek önemli bazı fikirlere ulaşabilirsiniz.
Bu, hemen anlaşılabileceği gibi, farklı bir bakış tarzıdır. 
Farklı bir bakış tarzı ortaya koymak ve buradan yürümek de eski özelliklerimizden bir tanesidir. 
“Mahir Çayan’ın görüşlerini savunuyoruz ama bu görüşlerin bugünü (1970’li yıllar) anlamakta yeterli oldukları söylenemez” görüşünü bizden başka ifade eden THKP-C kökenli bir hareket olmadı. 
Bugün bile yok!
Yaptıkları savunur göründüklerinden hayli farklı ama bugün bile Mahir Çayan’ı neredeyse aynen savundukları iddiasındalar…
Savunduklarına kendileri inanıyorsa, mesele yok…
Biz bu kesimle uğraşmayı çoktan bıraktık, çünkü anlamı yok.
THKP-C kökenli olun ya da olmayın, 40 yıldır halk savaşını savunup da bunu hala hayata geçirememişseniz; burada politik olarak söylenebilecek bir şey yoktur. 
Yazıyı bitirirken bunun bir çağrı olmadığını belirtmek gerekir.
Bu bir duyurudur, çağrı değildir.
Geçmişte de çağrılar yaptık ve kayda değer bir sonuç almadık. 
Çağrının sonucunu bekleyip harekete geçmedik, zaten hareket ederken çağrı yapmıştık.
Birkaç kere yapılıp olumlu sonuç alınmamış bir girişimi yeniden tekrarlamanın gereği bulunmuyor. 
Eskiden de tekrarların örgütü değildik. Denenir, olmuyorsa başka yola girilir ya da öğrenilir ve öğrenilene uygun olarak değişilir.
Konuşmak önemli değil, yapmak önemlidir. 
Bu ülkede yapmamak için konuşan ya da konuşarak kendini yapmış gibi hissedenlerin sayısı az değil…
Hissedebilirler, denilebilecek bir şey yok…
Biz böyle yapmadık ve yapmayacağız.
Bu tarih içinde yer alan herkesin tarihidir.
Bunu söylemek yetmez, gereğini yapmak gerekir.
Bazı arkadaşlar için yazmanın zor bir iş olduğunu biliyorum. 
Çaresi var!
Geçmiş yaşantı karışık olarak bile olsa ortaya konulursa, bunu sürekli diyalog içinde bulunarak düzenli duruma getirebilmek mümkündür. Ek olarak, özeli, genelin içindeki yere oturtabilecek, çok sayıda özelden hareketle genelleme yapabilecek teorik birikime de sahibiz. 

İletişim adreslerini herkes biliyor ama tekrar edeyim:

Yazacaklarınızı üç adrese birden göndermenizde yarar var. 
Böylece iletişim garantili olur.